Dans Edelim mi?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kırlar fazla geliyor sana

İçinde o kadar yeşil varken

Kapattın kendini odana…

Yeşilinden midir bilinmez

Rüzgarla anlaşamadığından belki

Sarı galip geliyor yalnızlığına.

 

Dans edecektik…

Ben bir devrin kırık plağı…

Kimsenin dinlemeye cesaret edemediği.

Köşede ölümümü beklerken

Elini uzatıyorsun bana.

Kabım farklı geliyor galiba

Yıpranmış, kederli, eski.

 

Dans mı edecektik?

Ellerin yumuşacık, meraklı

Sen de dinlemiyorsun beni

Yanına alıyorsun da neden?

Sormuyorsun, ne işe yararım, neyim, kimim…

 

Dans mı bu?

Keşfedilen de keşfedendir ya!

Ben de merak etmeye başlıyorum seni

Saçını, gözlerini, en önemlisi hislerini…

Bana bakıyorsun sonunda.

Hatırlanmış hissediyorum kendimi…

Ufak kıvılcımlara teslim olmak heyecanlandırıyor beni

Başını yastığa dayamış, anlatıyorsun

Bana anlatıyorsun herhalde, duyamıyorum

Dudaklarını okuyabiliyorum yavaştan.

 

Peki ya dans?

Anlıyorum, seni de bir köşeye atmışlar

Sana benzediğimden duyumsadım bunu.

Yine de onun kadar iyi gelemedim yalnızlığına…

O, parçalarını bırakmış sende

Kesilen düşlerine ağlıyorsun sen de.

 

Dans edemedik…

Aynı şeye üzülsek de, beni görmedin.

Başkası için üzüldüğünü görmek,

Yaşamakta olduğumu hatırlattı bana.

Sonra uyudun, herkes gibi…

Hırkanı örttüm üzerine, üşüme.

 

 

 

YANGIN ORTASINDA BİR AN

Sadece basit bir rüzgardı, küllerini etrafa savuran. Sadece basit bir rüzgardı, küçük bir kıvılcımı devasa boyutlarda bir yangına ulaştıran; basit görünen bir olayı karmaşıklaştıran.

Küçük bir kıvılcımla vücudunun tüm hücrelerine işlemişti ateş. Gecenin gizemini bozan yangın, gündüze yanıyordu şimdi. Kaynamaya başlamıştı artık kanallar ve nehirler ve denizler ve hatta okyanuslar…

Cehennem sıcaklığının içinde dinlenmeye çekilirken yürekler, sessizliğin melodisi haykırıyordu acılarını gökyüzünün en uzak köşelerine. Yeryüzünü saran ısı, zeminde karışıklıklara neden olup kırılgan bir yapının oluşmasına sebebiyet verirken imkansız hale gelen nefes alış-verişler bir sis bulutuna dönüşen dumanlar arasında ölüm anını andıran bir hırıltıya benzeşiyordu.

Ölüm yaklaşıyordu etrafı saran yanmış saç ve kızarmış et kokularıyla. Sallanmaya başlıyordu cukurlaşmış gözlerde kurumaya yüz tutan yaşlar. Nehrin sularına karışıp uzaklarda bir yerlerde denizlerle buluşan gözyaşlarıyla birlikte yola koyulan cesetler okyanusun derinliğinde zamanın en bilinmedik noktalarına gömülüp kayboluyordu.

Geçip gidiyordu zaman!

Hüküm giymiş bir nehrin kıyılarına vasat bir şekilde akıyordu esnekliğini kaybetmiş olan hayaller. Geçmediği sanılan ’’zaman’’, hüküm giymiş bu nehirler üzerinde, su gibi akıp gidiyordu aslında. Ve zaman, anlamsızlığı giymeye başlıyordu üzerine. Yeni bir yüz ve yeni bir kimlik ile sahip olduğu hayatı, çıkarken masanın üzerinde bırakıp gidiyordu ardına bakmadan. Bu, onun için ne ölmekti, ne de yaşamaktı.

Hayat, içine düşmüş olduğu bu yangına teslim oluşuyla çoktan yok olmanın eşiğine gelmiş bulunuyordu. Kanalları ve nehirleri ve denizleri ve hatta okyanusları dolduran sular, buhar olup gökyüzünün en kuytu köşelerinde, boşluklardaki yerlerini alıyorlardı.

Zamanın içinde hala saklı duruyorsa o ceset, ateşlenen silahın üzerinde kalan parmak izleri bir delil olarak aleyhine kullanılıyorsa hala, bu durumda öldürülen vaktin katili sensin…(Yangına ithafen)

Zaman geçiyordu!
Zaman ölüyordu!
Zaman öldürülüyordu!

moerath thas

KIYAMET

Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktığı anda yüzünde beliren ifadeyi gözlerinin önünde canlandırabiliyordu. Düşüncelerini kısıtlayan hisler karmaşası arasından sıyrılmanın bir yolunu bulmaya çalışırken boşluğun gittikçe büyüyor olduğunu fark etti. Dünyadan uzaklaşan evreni takip eden yıldızlar “Hoşça kalın!” derken; karanlığa gömülen atmosferin “Merhaba!” diyen sesi inletiyordu yerleri ve gökleri.

Kıyamet çok yakındı.

Hüzünle karmaşık tatlı bir gülümseme kapladı çehresini ve o an akli dengesini kaybediyor olmaktan endişelendi. Öznesi yalan bir cümlenin şahsiyetinde, karanlığın puslu vadisinde korkuyla neticelenen hain bir saldırının izleri arasına karışmaya başlamıştı hisleri ve yaşam ile ölüm arasında büyük bir mücadeleye sahne olması beklenen savaş çoktan başlamıştı. Tehlikenin oluşturmuş olduğu derin yaraların muamelesinde işkenceyle kanayan gözlerinde kaybolmaya başladı gülüşleri. İlgili ya da ilgisiz, zor bir hayat rüzgârlarını estirmeye devam etti ve geride noktası konulmayan yarım cümleler bıraktı gitti.

İçerisinde bir tehdit unsuru barındırıyordu hayat. Kafasında cevabı bir türlü verilemeyen, sürekli düşüncelerini meşgul eden bir soru işareti ve sonucunda bir ışık misali “olmak ya da olmamak” durumu yanıp sönmeye başlıyordu. Hayatta kalmak bir mucizeydi artık. Konumlar değişim evresini çoktan tamamlamıştı ve hayata hükmeden insan değildi artık, aksine insana hükmeden hayattı. Doğa devreye girip ani bir değişim ile potansiyel gücünü hissettirmeye başlamıştı dünyanın farklı noktalarında. Mevsimler yönünü şaşırmış, Tanrılar ise çoktan çıldırmıştı. Yer ve gök arasında ayrılıklara neden olan mesafeler gün geçtikçe akıl almaz bir boyuta ulaşıyordu ve sonucunda ısısı azalan yıldızlar dünyayı kendi kaderine mahkûm edip karanlıklar ile baş başa bırakıyorlardı.

Çeşitli varsayımlar etrafında toplanmaya çalışılıyordu ortaya atılan farklı görüşler. Kaosa sürüklenen toplumda insanlar hep susuyordu. Susmuş olan bu insanlar yerine silahlar konuşur hale gelmişti ve göletlerde su yerine kan akıyordu.

Kıyamet, kendisine uzak olan cennet kadar çok yakındı. Zıtlıkların savaşımı içerisinde kuşanmış olduğu kılıcını kullanmanın vakti gelmiş olsa da kendisine verilmiş olan kısıtlı zaman yenilginin kapılarını sonuna kadar açmıştı. Ve sonunda kaybetmişti. Tanrı tarafından verilmiş olan cezayı seve seve çekmeye hazırdı ve cehenneme, bu diyarlara bir daha geri dönmemek üzere sürgün edilmişti. Hiç durmadı ve bir an bile olsa arkasına dönüp de bakmadı. Yollar onu bekliyordu ve alabildiğince yürüdü.

Onun hikâyesi tam olarak burada başlamıştı. Yolların mesafelerinde gizli kalmış olan sırların içinde. Düşüncelerinin esnekliğini kaybettiği noktalarda koyulaşan yollarda ve uzayan bir ömrün kıskacında rol alan hayatta…

Sıra dışı olduğunu düşündüğü her şeyin sıradanlaşan olayların sadece bir uzantısı olduğu gerçeğini hayatın her evresinde yaşanmaya başlanan basit bir olayda ve deja-vu etkisi yaratan bir tekrarlanma halkasında yer aldığını an be an görmeye başladı.

Aslında kıyamet kendi içinde kopacak kadar çok yakındı…

 

moerath thas

AYAK İZLERİNİN ‘SON BASKI’SI

Yaşam felsefesinin bir kıyısında geziniyorken, bir düşün sessiz kıvılcımlarında can bulmaya başlamıştı hayat.


Küçük bir pencerenin gerisinden dışarıyı seyreyliyordu. Hava kapalıydı, gökyüzünün maviliği grimsi bir koyuluğa bırakmıştı yerini. Çok zaman geçmeden penceresinin camını ıslatmaya başladı yağmur damlacıkları. Bir süre izleyip durdu yağmurun hırçınca yağışını. Hafiften bir karanlık çöktü odasının içine. Işıkları açması gerektiğini düşündü ve anahtara dokundu. Fakat durum değişmedi. Elektrikler kesilmişti. Bir mum yaktı. Dağınık olan masasının bir köşesine yerleştirdi yakmış olduğu mumu. Karanlığın gölgesine sığınıp duvarlara göz gezdirdi. Duvarda asılı duran bir tablo çarptı gözlerine. Gözlerini kapayıp üzerinde düşünmeye başladığında bir hayalin içinde kaybolurken buldu kendisini.
Gözlerini açtığında kuraklığın içine gömülmüş, kum taneleri vücudunun her bir noktasına çoktan ulaşıvermişti. Doğruluverdi birden, üzerini silkelemeye başladı. Önünde kime ait olduğunu bilmediği ayak izleri uzayıp gidiyordu. Yapayalnızdı. Bir çölün ortasında sıcaktan kavrulurken tenine dokundu rüzgâr, sildi geçti geride kalan ayak izlerini. Ortalık toz dumandı. Susuzluktan çatlamış olan dudaklarına inat vücudu terden sırılsıklamdı. Yorulmuştu. Onca iniş çıkıştan sonra dinlenmesi gerekti. Kum taneleri üzerine uzanıp izlemeye başladı geceyi. Sessizdi.
Yaşam boyunca akıp giden bir nehirdi içinde beliren. Suya atılan taşın oluşturmuş olduğu yeni bir halkaydı düşlerinde meydana gelen.
Üzerine bir ağırlık çöktüğünü hissetti yenik düştüğü uykunun ardından gözlerini açtığında. Sırtında anlamsız bir şekilde meydana gelen ağrıyla boğuşurken kum tanelerinin olmadığını ve sert bir zeminde uyandığını fark etti. Tuhaf bir andı. Zamanın hangi diliminde olmadığını bilmese de, zaman su gibi akıp gidiyordu. Yürümeye devam ettiği sırada gördüklerine inanamadı. Önünde kime ait olduğunu bilmediği ayak izleri hala uzayıp gidiyordu. Yapayalnızdı. Ayak izleri boyunca ilerledi. Varmış olduğu nokta bir nehrin kıyısıydı. Büyük bir hayranlıkla etrafına bakındı. Önünde büyükçe bir camii ve bu camiinin ötesinde büyükçe bir park uzanıp gidiyordu. Yağmur yerleri ıslatmış olduğu gibi onun teninde varlığını hissettiriyordu. Nehrin kıyısında ayak izlerini takip ederek ilerlemeye devam etti. Derin bir nefes aldı ve gözleri nehrin karşı kıyısında yer alan ‘Saat Kulesine’ takıldı. Durmaksızın ilerledi ve nehrin bir ucunu diğer bir ucuna bağlayan ‘asma köprüye’ vardı. Ayak izleri onu bilmediği bir yerlere sürüklüyordu. Büyük bir heyecanla ilerledi yağan yağmura aldırış etmeden.
Hayat, önüne hangi fırsatların çıkacağını bilmeden yola devam edip yaşam belirtileri sahneleyen bir tiyatrodur.
Sessizlik bozulmuş ve ayak izleri son bulmaya başlamıştı. Sesin olduğu yere doğru ilerledi. Nehrin kıyısında, asma köprünün hemen yanında yer alan mekânın basamaklarını tırmandı birer birer. Kapı açıldı ve gülümseyen bir yüz karşıladı kendisini. Daha önce kendisi için ayırtılmış olan yere oturdu ve sıcak bir bir’likteliğin içinde bir’leşmeyen tüm umutlarının bir’leşmeye başladığını hissetti. Görmüş olduğu yüzlerin hepsini tanıyordu. Kadehler kaldırıldı geceye, şarkılar mırıldanıldı. Keman yayları üzerinde gezinen parmakların notalarında bütün ruhlar okşandı. Yazının kaldığı yerde sözler uçuşup duruyordu.
Yalnız değildi artık. Takip etmiş olduğu ayak izlerinin ‘Son Baskı’sının kendisine ait olduğunu anladı. Zamanın hangi diliminde yer aldığını anımsayıp bulmuştu kendisini. Gecenin sonunda hep o söz vardı aklında:
“Söz uçar, yazı kalır.”

 

moerath thas

KISA BİR ANIN UZUN BIR HİKAYESİ

Değeri kadar ederi, ederi kadar değeri var mıdır şu dünyanın eğer içinde sen yoksan? Dünya dönedursun, zaman ardından koşadursun. Kader ağlarını örecek ve hayat defterimdeki beyaz sayfaları görünmeyen bir el durmaksızın doldurmaya devam edecektir. Belki, bir yandan seni yazacak, belki de bir yandan seni silecektir umarsızca. Fakat, o görünmeyen el, her ne kadar seni oradan silse de hayat defterimde senden arta kalan izler her daim belirecektir.

İzini sürmeye devam edecek bakışlarım, karanlığın içinde gölgen her kaybolduğunda düşlerim süzülerek düşecek yanaklarından aşağı. Islatacak kurumuş olan ben’liğini ve içinde, kuytu köşelerde bir yerlerde kucaklayacak seni özlemim. Kırılmaya devam edecek belki kalbim, kırılganlığın sızladığı noktada acı çekerken zevk duymaya başlayacak ve suskun olan gözlerinden konuşmaya çalışacak bir zamanlar sana ait dilimden dökülen sözcüklerim. Bana açmadığın kolların sarmaya çalışacak teninde hissettiğin hasreti, ‘gitme’ dediğin anda uçup gitmeye başlayacak bir anda kurmuş olduğun bütün hayallerin. Sınama dönemine sıkıştırılmış olan hayat senden intikam alırcasına soğuk rüzgarlarını tenine batan diken misali üzerine yollayacak.

Sınama dönemlerinde farklı bölgeleri yamalanan hayat, bir tuzağın eşiğinde debelenerek can verdiğinde, içinde yaşatmış olduğu sen, uzaklardan bakıp bir el sallayacaksın üzerine (u)mutsuzca yansıyan ruhani ışığa. Her devrinde bir devrim, her devrimde bir evrim yaratarak geçirmiş olduğun an’lar gözden kaybolacak, hayatın en acı kısmı olan yaşam sana karşı ne kadar dirençli olduğunu bir gösteriye dönüştürüp sahneleyecek gözlerinin önünde. Başrollerini paylaşmış olduğun bu sahnenin ortasında yalnızlık kuşatacak etrafını, boş koltuklar önünde oynanacak olan bu oyuna sessizlik alkış tutacak, üzerine yansıyan ışıklar büyük bir uğultu içinde sönmeye başlayacak. Karanlıklar haykıracak yüzüne “Daha fazlasını gö(ste)rmeye gerek yok.” diye.

“Gitme!” diyeceksin bir zamanlar elinde tutmuş olduğun hayallerine, “Ne olur gitme!” diyeceksin evren ile bir bağ kurup kendine çekmeye çalıştığın düşlerine. “Artık gitme vakti!” diyecek düşlerin ve önünde uzanan uzun yolda ufka dogru yol almaya başlayacak. Üşümeye başlayacak ellerin yalnızlığın kollarında, yüreğin yanmaya başlayacak sana anlamsız gelen terkedişlerin ardından, gözlerin pişmanlık gözyaşları dökmeye başlayarak ıslatacak yanaklarını. Bir kopukluk sarmaya başlayacak hislerini, umut ile umutsuzluk arasında gidip gelmeye başlayacak düşlerin. Hayatın devam ettiğini söyleyecek uzaklardan gelen bir ses, bir karşılık vermek gerek diye geçireceksin aklından. Gözlerini kapayıp kendini kelimelerin büyüsüne bırakacaksın ve dilinden dökülmeye başlayacak sihirli kelimeler:

“Bir’leşen bir dünyanın bir’leşmeyen tüm umutlarını hala içimde taşıyorum. Sensiz de olsa hala nefes alıp vererek yaşamaya devam ediyorum. ‘Git!’ diyorum şimdi sana, eğer bedenimde açmış olduğun yaralara merhem olmayacaksa artık bakışların. ‘Git!’ diyorum şimdi sana, eğer ki artık sevmeye cesareti yoksa yalnızlığı göze alıp yaşamaya çalışan kalbinin…”

Bir kısır döngünün etrafında, içinde toz duman olan koca bir dünya belirecek ve bu toz bulutları arasına hasretim karışıp seni sonsuzluğun içinden alıp tekrardan bana getirecek. Bana gelen sen ile bir’leşen bir dünyanın bir’leşen tüm umutları içimde yeniden yeşerecek.

 

moerath thas

HAYALPEREST

Zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyordu. Gelmiş olduğu nokta belki de yaşamının son durağıydı. Bir mezar bulup deliksiz uyumalı diye geçirdi aklından. Oysaki yaşamış olduğu dünyada mezarlar bile kağıt parçası üzerine bir değer kazanmıştı.

Çözülmesi imkansız şifreler üzerine kurgulanan hayatı basite indirgeyip yaşamaya çalışıyordu. Bazen kendi kendine anlayamadığı bir dilden konuşuyor ve bazen de karmaşalar arasında boğulmaya yüz tutan hislerine tercüman olup düşündüklerini gerçek hayata uyarlıyordu. İki kelime kurmuş olduğu cümle içinde bir ışık misali yanmaya başladı:

“Belirsizliği mağlup edecek olan hırs seni zirveye taşıyacaktır. ”

Bu iki kelime üzerine odaklanıp düşünmeye başladı ve hayatı tercüme ettiği anda gözlerini kapadı.

“Sahne arkasında olmasına rağmen salonun nasıl da tıklım tıklım olduğunu tahmin edebiliyordu. Tüm hazırlıklarını yapıp heyecanını bastırmaya çalıştı ve salona doğru sakin adımlarla ilerledi. Gördüklerine inanamadı. Üzerine yansıyan ışıklar arasında gösteriye başladı. Henüz gösterinin başındayken seyirci ayağa kalktı ve susmak bilmeyen alkışlar bozdu gecenin sessizliğini…Sahip olduğu hırs sonucunda tırmanması gereken zirve bu olmalıydı. Bıkmadan, usanmadan, yorulmadan çıkmaya devam etti her basamağı birer birer. Çıkıyordu sürekli en yukseğe…”

Gözlerini açtığında kulağında hala alkış seslerinin çınlaması duruyordu. Büyülenmiş gibi bakan gözlerinin önünde hayal ettiği sihir oyunları devam ediyordu. Tüm hayallerini beynine kopyaladığında içinde düğümlenen tehlikeyi farketti:

“Özverisi olmayan bir hayat, hile ve yalana mahkum olup mutlak bir dehşetin kıyılarında denize düşer ve boğulur.”

Boğuluyordu ve su tüm bedenini kuşatmış durumdaydı. Çırpındı, yükselmeye çalıştı. Deniz kucaklamıştı onu, balıklar tuttu ellerinden ve kıyıya bıraktı cansız bedenini. Kuşlar, kalp masajı ve suni solunum yapmaya başladı. Bir kıpırdanma hissetti bedeninde ve içindeki suları dışarı boşalttı. Derin derin nefes almaya başladı. Yaşıyordu. Şaşırtıcı bir durumdu ama hayat devam ediyordu.

Oturduğu yerden gökyüzünü seyrediyordu. Meraklı gözlerle süzüyordu etrafı. Birden bu kadar demode olan bir hayatın baş yapıtında neden rol aldığını düşündü.

Bir mazeret bulmalıydı ve bu rolden kurtulup özgürce yaşamalıydı hayatını.

“Üzgünüm, hiç hesapta olmayan bir fırtına çıktı ve beni alıp götürdü buralardan. Şu an nerede ve hangi zaman diliminde olduğumu bilemiyorum. Sanırım bugünkü ve bundan sonraki oynamam gereken rollerde yer alamayacağım. Ola ki bu fırtınayı alt edecek bir yıldırım gönderirseniz kaldığımız yerden devam edebiliriz…”

“Mutluluk kusursuz olmadan da elde edilebilirdi.”

Yaşadığı uçarı hayat tüm enerjisini tüketmişti. Çalkantılı geçen bu ömre gelişme gösteren anlar da eklenmişti. Alkol şişeleri yanından ayrılmayan tek dostuydu. Kafasının içinde hiç durmadan dönmeye devam eden dünya kontrolü ele geçirmişti.

“Saplantılarında kilitlenip kalmıştı ve bu kısır döngüyü çözebilecek bir anahtar yoktu. Üzerine uygulanan korkunç yöntem kendisini bu hayatın kölesi konumuna getirmişti. Tüm hayatını gerçekleştirmek istediği hayallerine adamış, sadakatinden ödün vermemişti. Tek kaldığı sahnede gösterisine devam ettikçe canlandırmış olduğu karakter kul ve mahkum konumuna sürükleniyordu…”

Hayal gücünün sınırlarını zorladı ve tüm bu yaşadıklarının bir göz yanılmasından ibaret olması için dua etti. Gözlerini kapadı ve asıl gerçeği tüm çıplaklığıyla korkmadan itiraf etti:

“Hayatın olağanüstü koşullarını bir sihre dönüştürürken prestij kazanmaya çalışan bir sırrın perde arkasındakı dönüşümün kandırılmış halisiniz… Ve siz hala bunun farkında bile değilsiniz, hala ayaktasınız, elleriniz hala alkış tutuyor ve hala kutluyorsunuz bu halinizi… ”

 

moerath thas

GÖÇEBE

Yine düştü yollara asi gönlüm…
Kuşatmışken etrafı kurak sevdalar…
Günahkar ilan edilmişken doğan bebekler…
Özgürlük yenik düşerken yer çekimine…
Esaret sarmalar bedenleri…
Ay parçası kesikler oluşurken yüreklerde…
Kurşun yarası kanar durur karanlık pusularda…
Daha kaç nehir geçecek asi gönlüm…
Hangi ıslanmışlığın peşine düşecek…
Kurumak bilmeyen soğukluğun içinde…
Masumane düşler üşüyecek…
Daha kaç deniz kucaklayacak bu sevgiyi…
Hangi limanlarda bekleyecek seni…
Hasret çığlıkları susmak bilmezken…
Yağmur ıslatmaya başlar tüm güzelliğini…
Hıçkırıklarda boğulurken sesin…
Gök gürleyecek kulaklarında…
Şimşekler çakacak karkular arasında…
Yağmurlar yağacak üzerine…
Hangi okyanus alıp götürecek benliğini…
Ay ışığı kayıpları oynarken gökyüzünde…
Gayrı meşru kavuşmalar belirecek gözlerinde…
Sürüp giden anlamsız kavgalar içinde…
Tutuşmaya başlayacak uzak kalan eller…
Ve şimdi…
Hırçın dalgalar dövecek geceyi…
Meşru ayrılıklar çırpmaya başlayacak kanatlarını…
Bir anda uçup gidecek tüm umutlar…
Hayaller birden suya düşecek…
Okyanusun derinliğinde, en diplerde…
Gözler sonsuzluğu seçecek…
Karaya basacak çıplak ayaklar…
Yosun kokusu ve kayalıklar…
Suda yüzen balıklar…
Ve kan damlayacak bedeninden…
Durmak bilmeyen…
Daha kaç orman saklayacak bu ölü bedeni…
Hangi yollar taşıyacak bu ayak izlerini…
Bir yer seçecek göçebe kalbim…
Bir gecekondu yapacak sevdanın üzerine…
İçinde yalanların olmadığı bir dünyada…
Bir raslantı sonucu…
Bir boşluğa düşecek asi gönlüm…
Güneş ışıkları sızacak ağaçların arasından…
Soğuk bedende sıcaklık belirecek…
Beyazlara bürünecek sevgi…
Gözlerini kapayacak…
Ve son kez…
Üzerine toprak atılacak…

 

moerath thas

SIR SENİN İÇİNDE

Sonbahar, her bir yeri esareti altına almıştı o gün. Yerlerde uçuşup duruyordu sararan yapraklar, yağmur çiselerken, o, nehrin kıyısındaki parkta bir başına düşüncelerinin arasında kaybolan bir benlikle yarı ıslanmış olan bankta oturuyordu. Hava soğuktu ve çisleleyen yağmur bu soğukluğun az da olsa dinmesine herhangi bir etki etmemişti. Ceketinin altından gazete kağıtlarına sarılmış olan bir şişe şarabı çıkardı ve şişeyi ellerinin titremesi arasında kafasına dikti. Gözleri yarı sarhoş bir hali andıran çehreye dış dünyanın her türlü halini ıslak ve bulanık bir pencerede bir film sahnesi gibi gösteriyordu. Coğrafyasında kaybolmaya yüz tuttuğu bu şehirde geçirdiği o acı dolu günler sahnelenmeye başladı bilinçaltında ve bir türlü ulaşamadığı hayaller sıralandı durdu nemli gözlerinde. Her türlü kahrını çekmişti bu şehrin fakat bir türlü kendisini mutlu etmenin yolunu bulamamıştı. Düşüncelerinin tam kıyısındaydı, düşlerinden aşağısına bakmaya cesareti yoktu ve hava çok soğuktu, (d)üşüyordu.

Her defasında içine saplanıp kalmış olduğu bu bataklıktan çıkmanın yollarını arıyordu fakat her defasında içinde kaybolmuş olduğu bu şehre küfürler savurup duygularının esiri oluyordu. Her türlü olumsuz düşüncenin peşine takılıp sahip olduğu sorunları türetmeye bıkmadan usanmadan devam ediyordu. Ta ki yerde bulmuş olduğu parşömen kağıdında yazılanları okuyana kadar:

Sır senin içinde saklı
Başka yerde arama boşuna
Herkes birbirinden farklı
Düşünceler yön verirken hayata

Sırra sahip ol…
Sır senin içinde…

Kaçma kendinden, saklama artık benliğini
Kaç kuytu köşe kaldı ki seni (s)aklayacak?
Yık duvarları, sıfırla aşılmaz engelleri
Kendini tanımla
Bırak gitsin sorunlar
Cevaplarda aralansın tüm kapılar
Evren korurken bedenini
Dinle sadece kalbinin sesini
Bir el ver, tut ellerimi uzaklardan
Evrene yayılan frekansımda buluşsun düşüncelerimiz
Enerjiyle dolup taşsın tüm bedenimiz…

O andan itibaren mantığı devreye girdi ve kendisine gönderilmiş olan bu ipucu için Tanrı’ya şükretmeye başladı. Evren ile arasında düşünceleri aracılığıyla bir bağ oluşturdu. Enerjisine hükmetmeye ve sahip olduğu tüm gücüyle tasavvur etmeye başladı:

Sıcak bir yaz günüydü. Sessizliğin kıyılarında, sakinliğin vermiş olduğu dinginlikle suyun nasıl da kusursuzca akıp gittiğini izliyordu tüm ağırlığını üzerine vermiş olduğu toprak zeminde sırtını koca çınar ağacına dayayarak. Şehir kalabalığının uzağında, gürültüden yoksun, herhangi bir kirliliğin olmadığı bir yerde doğayla başbaşa kalışının keyfini çıkarıyordu. Elinde boş bir kağıt ve bir kalem ile mutluluğun resmini çizip sevincini kelimelere döküyordu. Kuş seslerinin oluşturmuş olduğu melodiye eşlik ediyor, rüzgar fısıltısının arasında kaybolup gidiyordu…

Düşüncelerindeki değişikliğin hayatına yön verişi arasındaki bağlantıyı kurduğu an yaşamanın kendisine altın bir tepside sunulmuş olan en büyük armağan olduğunu anladı. Mutluluğun sırrını hiçbir ipucuya gerek kalmaksızın kendi içinde aramaya başladı. Ve evren ile düşüncelerinin buluştuğu noktada sürekli olarak arınmaya çalıştı.

Buldum kendimi
Kaçarken şehrin yanmış sokaklarından
Arınırken ruhum yan(ı)lışlardan
Kabul ettim tüm gerçekliği
Buldum benliğimi
Kurtulurken bedenim çırpınışlardan…

 

moerath thas