Ruhundaki bütün yaralara kabuk bağlayıp
Gülüşünü incitmeden öylece yaşamak gibi
Mülteci fikirlerim vardı.
Ama anladım ki,
Kendi yarasına
Kabuk bağlayamıyor insan.
Seni tok karına özlemenin reçeteme yazıldığı zamanlardı. Sonrasında nasıl bağımlılık yaptığı konusunda hiç girmeyeceğim ki ben o zamanlar hiç okuyamadığın morfin kokulu şiirlere kan bağışı yapmak gibi haybeden uğraşlar edinmiştim. Sonra beni sevmeye başlamıştın. Sen, kendi mezar taşına sadece yüzyirmiyedi adım uzaklıkta yaşayan bir adamı sevmeye başlamıştın. Yazdıklarını sadece ölülerin anladığı, bu yüzden cesedinin şimdikinden daha sempatik durduğunu düşünen bir adamı..
Kırılganlığımı İsviçreli bilim adamlarına emanet ettim, senden haberleri yoktu. Senden kimsenin haberi yoktu. Benim bile haberim yoktu. Bir gün “ben geldim” dedin. O kadar yalnızdım ki göz gözü görmüyordu. Beni kimsenin hiçbir zaman bulamayacağını sanıp, karanlık bir mağaraya dönüşmüştüm. Bunu da kendime o kadar çok yakıştırmıştım ki benden başka bir şey olmazdı. Olmadı da zaten. Olmasını çok istedim ama. Yoksa bin yıllık sessizliğimi bozup “hoş geldin” der miydim sana.. Dokunmadın hiç duvarlarıma. “burası neden bu kadar karanlık” demedin, sorgulamadın. Karanlık bir mağara ne kadar değişebilirdi ki. Dokunmadın.. Dokunsaydın belki değişirdim. anlatacağım o kadar çok şeyim vardı ki. Kelimelerle değil ama, hayır kelimeler olmaz, biliyorsun kelimeler ruhsuz. Kelimeler inan bana bir mağaradan daha ruhsuz.
Duvarlarımda milattan önce kalma soru işaretleri. Bir de senin yüzün sadece. çiviyle kazınmış muhtemel. Duvarların yaralanma şeklidir bu. Silemiyorsun. Karanlık kalmayı becerebildim sadece. Değiştiremesem de anlayabiliyordum. Her anladığımda sen gitmiş oluyordun.